Prof.Dr.İzzettin Önder

Ekonomik büyümeye sevinelim mi?

Türkiye Maden İş Sendikası -

Ekonomik Büyüme Ne Demektir, Nasıl Ölçülür?
Türkiye ekonomisinin 2011 yılının ilk üç ayında % 11 gibi yüksek oranda büyüme sağlamış olduğu haberinin yorumlanması için önce büyüme kavramı üzerinde durmamız gerekmektedir. Genel bir bakış açısıyla bireysel refah düzeyimiz içinde yaşadığımız ekonominin gelişmişlik seviyesine bağlı olduğundan, ekonominin büyümesi ve gelişmişmesi, kuşkusuz, hepimizi mutlu edecek bir göstergedir. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde bireylerin refah düzeyinin Türkiye?deki bireylerden ya da gelişmekte olan ülke halklarından daha iyi olması içinde bulundukları ekonominin gelişmiş olmasının sonucudur. Ekonomik büyüklük, bir dönemde üretilen tüm mal ve hizmetlerin toplamından oluşmaktadır. Söz konusu mal ve hizmetler piyasada değerlendirilip fiyatlandırıldığı için, tüm üretimin değerlerinin toplanması ulusal gelir ya da milli gelir olarak bilinen toplam değeri verir. Açıktır ki, bu ölçüm parasal bir ifadedir ve mal ve hizmetlerin toplam değerini gösterirken, aynı zamanda bizzat para değerindeki değişmeleri de yansıtır. Mesela, bir somun ekmeğin fiyatı bir dönemde 1,- TL ikinci dönemde ise 1,50 TL olsun. Görülüyor ki, ekonomide % 50 oranında enflasyon yaşanmaktadır. Böyle bir durumda, enflasyonu dikkate almadan hesaplama yaparsak, birinci dönemde 1.- TL olan ulusal geliri ikinci dönemde 1,50 TL olarak elde ederiz ki, bu durumda birinci dönemden ikinci döneme geçişte sanki 1,5 ekmek üretilmiş gibi bir sonuca ulaşırız. Böyle bir sonucun yanlış olduğu açıktır. Bu yanlışı düzeltebilmek için ikinci dönem fiyatlarında gerekli düzeltme yapılarak enflasyonun etkisi ortadan kaldırılır. Para değerinde hiçbir düzeltme yapmadan hesaplanan ulusal gelire ?nominal ulusal gelir? denir. Para değerindeki değişimleri düzelterek hesaplanan ulusal gelire ise ?reel ulusal gelir? denir. Açıktır ki, enflasyonun sıfır olduğu, yani hiçbir fiyat değişiminin olmadığı durumda nominal ulusal gelir reel ulusal gelire eşit olur. Devlet İstatistik Enstitüsü?nün verdiği ulusal gelir değerleri ve artış hızları, fiyat değişmeleri giderildikten sonra hesaplanarak bulunmuş değerlerdir. İki dönem reel ulusal gelirlerin birbirine oranlanması ise bize ulusal gelirin artış hızını verir. Mesela, bir dönemde 1000 reel değer olarak ölçülmüş ulusal gelir ikinci dönemde 1300 reel değer ölçülmüş ise, ikinci dönemde ulusal gelirin birinci döneme göre % 30 artmış olduğu söylenir.

Ekonomik Büyümenin Toplumsal Değeri Nasıl Ölçülür?
Doğayı ve çevreyi aşırı kirletmeden, gelişmiş kapitalist ekonomilerde gözlemlenen büyüme ve zenginleşme hırsına kapılmadan gerçekleştirilen uygun boyutlarda ekonomik büyüme kesinlikle olumlu bir göstergedir. Sadece vazgeçilemez bu koşulun sağlanması durumunda büyümenin yararlı olduğu sonucuna varılamaz. Zira büyüme toplumsal bir olgudur, sonuçlarının da toplumsal açıdan değerlendirilmesi gerekir. Böyle baktığımızda, ekonomide ne üretilmiş, nasıl üretilmiş ve üretilenler toplumda nasıl dağıtılmış konuları fevkalade önem kazanmaktadır. Örneğin, üretim hamleleri sağlık gibi toplumsal açıdan çok zaruri bir alandan meşrubat üretimi gibi fazla önemli olmayan ve doğal su ile ikame edilebilen bir alana yönelmişse böyle bir üretim faaliyetinin toplumsal değeri düşündürücüdür. Ya da üretim emek yerine makine kullanılarak veya dış dünyadan ithal edilerek sağlanmışsa bu durum da fevkalade düşündürücüdür. Başka bir açıdan bakıldığında da gerçekleştirilen üretim toplumun sadece belirli kesimlerine gidiyor, diğerleri üretimden yararlanamıyorsa, bu durum bir sosyal felakettir. Bu üç koşulu ya da durumu genel bir ifade içinde toplayacak olursak, istihdam yaratmayan, bireyler arasında hakça dağıtılmayan ve iç üretimden çok dış kaynağa dayanan bir ekonomik büyümenin toplumsal açıdan olumlu değerlendirilmesi olanaklı değildir. Ne var ki, sermaye mülkiyetine dayanan güç ilişkiler ile şekillenen kapitalist üretim sistemi içinde emekçiler neyin üretileceğine karar verme yetkisine sahip olmadıkları gibi, üretimin hangi üretim araçlarıyla gerçekleştirileceğine ve gelir artışının nasıl dağıtılacağına da karar verme gücüne sahip değildir. Hal böyle olunca, demokrasiyi toplumsal katmanların her aşamada söz ve karar sahibi olduğu şeklinde tanımlarsak, kapitalist sistemde ekonomik demokrasiden söz etmenin olanaklı olduğunu savunamayız. Eğitim, sağlık, seyahat ve tüm diğer hakların kullanım erki ekonomik olanaklarla belirlendiği ve sınırlandığından, demokratik koşulların ekonomik alanda zayıflaması ve ortadan kalkması, aynı şiddette tüm diğer alanların da etkilenmesine yol açar. Toplumumuzda yaşanan ?cemaatçilik? uygulamasının demokrasi ve özgürlüklerle bir alakası olmadığı gibi, tam tersine, bireyi özgürsüzleştirme, köleleştirme ve denetim altına alma mekanizmasıdır.

Son Açıklamalara Göre Türkiye?nin Büyüme Oranı Nasıl Değerlendirilir?
Devlet İstatistik Enstitüsü?nün son açıklamalarında içinde bulunduğumuz yılın ilk üç ayı sonuçlarına göre ulusal gelirimiz % 11 gibi yüksek bir oranda artmış olduğu belirtilmiştir. Bu artış o denli abartılmakta ki, büyümenin azametini vurgulamak için hemen tüm dünya ülkelerini geride bıraktığımız gibi ipe sapa gelmez ifadeler kullanılmaktadır. Devamlı olarak yüksek büyüme sağlamış olan Çin?i bile geride bırakmış olmamız iftiharla vurgulanmaktadır. Riskli bir taban üzerinde gerçekleştirilmiş yapay ve şişirilmiş % 11?lik büyüme oranı sarhoşluğu ile, uzun bir sosyalist dönem potansiyeli üzerine ve son krizden yara almadan sıyrılarak istikrarlı büyümesini sürdüren Çin?in % 9,7 oranındaki büyüme hızı dahi küçümsenmektedir. Oysa Çin?in istikrarlı büyümesine karşı Türkiye 2008?2011 yıllarının ilk çeyrek dönemlerindeki ortalama büyüme hızı ancak % 3,8?dir. Bütün bir yıl üzerinden yapılan hesaplamada ise, 2008 yılı da dahil olarak son dört yılda Türkiye?nin büyüme hızı ortalama olarak ancak % 3,2 olarak bulunur. Bu değerler, Türkiye?nin gelişme hızını Çin ve Hindistan gibi gerçekten istikrarlı büyüyen ülkelerle karşılaştırmada biraz daha edep sınırları içinde kalmanın gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. İşe biraz başka yönden bakarsak, Arjantin, Singapur, Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerin de aynı dönem içinde % 9,9 ile 6,5 oranlarında büyüme sağladığına bakılırsa, Türkiye?nin büyük bir mucize gerçekleştirdiği kanaatine değil, kriz sonrası olağan olan gelişme eğilimine uygun bir süreci yaşamış olduğunu görürüz. Türkiye arada yuvarlanıp giderken, sonuçları salt kendi eseri olarak görmesi politikacıların olağan manevrası olabilir, ama gerçek böyle değil. Mesela, 2000 yılındaki krizi izleyen dönemden bugüne dek gerçekleştirilmiş ekonomik istikrar ve kısmen büyüme dünyada yüksek faiz veren ülke arayan serseri para bolluğunun bir sonucudur. Son krizde bankalarımızın batmaması da bankaların gücü ile ilgili olmayıp, ileri ülke bankaları ile henüz sıkı ilişki içinde bulunmamalarının, yani bir bakıma o denli ileri düzeyde işlem yapma kapasitesine sahip olmamalarının bir sonucudur. Nihayet, son kriz ertesi yaşanan yüksek büyüme oranı da, merkez kapitalist ekonomilerde çöken işletmelerin Türkiye ya da Hindistan, Singapur gibi görece ucuz girdi kullanan ülkelere gitmelerinin, onları sömürü altına almalarının sonucudur.

Büyümeyi Besleyen Kaynaklar Nelerdir?
Büyüme hızını % 11 gibi yüksek bir orana çeken ana arter, ulusal gelir içinde % 77 gibi olağanüstü büyük bir yer işgal eden ve geçen yılın aynı dönemine oranla % 17 gibi oldukça yüksek bir hızla yükselen toplumsal tüketim oluşturmaktadır. Toplumsal tüketim içinde en hızlı yükselen kalem ise gıda ve sigara vb gibi maddeler üzerine yapılan harcamalar oluşturmaktadır. Bunu hemen yakından izleyen harcama kalemi ise konut, su ve elektrik gaz üzerine yapılan harcamalardır. Bu iki kalemin ulusal gelir içindeki payı % 30?un üzerindedir. Bu oran, halkımızın genel gelir düzeyinin düşük olduğunu gösterir. Zira gıda ve konut harcamalarının ulusal gelir içindeki payı toplumların gelir düzeyi ile değişir. Varsıl toplumlarda söz konusu harcama kalemlerinin ulusal gelirdeki payı geriler. Ülkemizde sağlık harcamalarının ulusal gelirdeki payı % 3 gibi fevkalade geri düzeydedir. Aynı şekilde eğitim harcamalarının ulusal gelirdeki payı da sadece % 1,5 düzeyindedir. Bu iki oran toplumsal gelir düzeyi kadar, toplumsal tercihlerin de geri olduğunun çok açık göstergeleridir. Kamu hizmetlerine baktığımızda, kamu hizmetlerine yönelik harcamaların artış hızının da % 16 gibi oldukça yüksek olduğu görülüyor. Bilindiği gibi, seçimlerden önce kamu harcamaları artarak, iktidardaki siyasî partiye avantaj oluşturulmaya çalışılır. Söz konusu yükselişin seçim yatırımı olup olmadığı sorusuna yanıt verebilmek için yılsonunu beklemek zorundayız. Sabit sermaye yatırımlarında da önemli bir artış sezilmektedir. Kriz sonrası dönem için yadırganmayacak bu tür harcamaların özellikle de yatırım ayağının ileriki dönemlerde topluma büyük yarar sağlayacağı söylenebilir. Görülüyor ki, hem özel hem de kamu kesiminde tüketim harcamalarında görülen artışlar ulusal gelirin büyümesini tetikleyen önemli kalemleri oluşturmuşlardır. Ancak, tüketim harcamalarının yatırım harcamalarına göre çok baskın olması, büyümenin kalıcılığı hakkında kuşku duymamıza neden olmaktadır.

Büyümeyi Destekleyen Kaynaklar Nedir?
Yüksek büyüme daha fazla mal ve hizmet üretip tüketmek demek olduğuna göre, söz konusu mal ve hizmetlerin hangi ekonomide ve hangi sektörlerde üretildiğine bir göz atmak gerekmektedir. Başka bir deyişle, acaba tüketilen mal ve hizmetler bizim ekonomide mi yoksa dış dünyada mı üretilmiştir. Benzer şekilde üretilen mal ve hizmetlerin hangi sektörde ve ne tür mal ve hizmetler olarak üretilmiş olduğunun saptanması da önemlidir. Toplumsal tüketimi ve yatırımı destekleyen çok önemli kaynağın ulusal gelirin % 32?sini oluşturan mal ve hizmet ithalatının oluşturduğunu görmekteyiz. Üstelik ekonomik açıdan ithalat, toplumsal hizmetine sunulan mal ve hizmetleri temsil ederken, parasal ulusal geliri azaltan bir kalemdir. Başka bir deyişle, ulusal gelir olarak kullandığımız değerin % 32?lik bölümü dış kaynaklardan, yani borçlanmaktan gelmektedir. Bunun da ötesinde, ekonomide kullandığımız mal ve hizmetlerin yaklaşık üçte biri içeride emek istihdamı yaratmayan, tam tersine dış ülkelerdeki emeğin istihdamı ile üretilmiş mal ve hizmetlerden oluşmaktadır. Dış dünyaya biz de mal ve hizmet satmaktayız. Ancak, kullandığımız dış kaynakların sadece % 66?lık bölümünü dış dünyaya sattığımız mal ve hizmetlerden elde ettiğimiz paralarla ödeyebiliyoruz. Geri kalan kısım ulusal borç olarak hesaplara geçmektedir. Geçen yılın aynı dönemine göre ihracatımızı % 24 oranında büyütürken, ithalatımızı % 58 gibi olağanüstü boyutta büyütmüşüz. Kısacası, önemli oranda dış desteğe dayanmış ve dış ülke istihdamına katkıda bulunmuşuz. Dış üretime ve istihdama dayanmanın bedeli, dışarıya yapılan ödemelerin dış dünyadan sağlanan gelirden fazla olması demektir. Teknik olarak ?cari açık? diye bilinen bu olumsuz farkın ulusal gelirimizin % 9 oranını aşma eğiliminde seyretmesi fevkalade ciddî bir tehlike sinyalidir. Cari açık dış dünya ürünlerini veresiye olarak kullandığımız ve bu miktarda dış dünyaya borçlandığımız anlamını ifade eder.

Bu Büyüme İle Övünebilir miyiz?
Bu soruya iki farklı açıdan yaklaşabiliriz. Birinci konu ekonominin büyümesinin gerçek boyutu ile ilgilidir; ikinci konu ise, meseleye kimin açıdan yaklaştığımızla ilgilidir. Bir defa, büyümenin ağırlıklı olarak tüketim harcamalarından kaynaklanmış olması olumlu görülemez. Böyle bir büyüme, geçmişteki atıl kapasitenin genişletilmesi ile sağlanmış olduğunun, dolayısıyla ileriki dönemlerde aynı hızda sürdürülemeyeceğinin işaretidir. Buna ilaveten, büyümenin önemli kısmının dış ekonomilerden ithal edilmiş mal ve hizmetlerle yapılmış olması, bizim dışımızdaki ekonomilere pazar oluşturduğumuz ve içeride işsizlik pahasına dış dünyada istihdama katkı yapmış olduğumuzu gösterir. Büyürken istihdamın artırılamaması bu iki nedenden kaynaklanmaktadır. Zira verili kapasitenin kullanılması yoluyla üretimin artırılması yeni istihdam olanağı yaratmamaktadır. Aynı şekilde, ithal edilen mal ve hizmetlerin içeride üretilmemiş olması da içeride istihdam üzerinde etkili olan bir faaliyet değildir. Ancak iç ekonomide gerçekleştirilen üretimle sağlanan ekonomik büyüme istihdam artışına neden olabilir. Bunun için iç tasarrufların yükseltilmesi ve sanayi alanına yatırım yapılması gerekmektedir.

Gelir artışının ikinci açıdan değerlendirilmesi ise bu artıştan toplumun hangi kesiminin yararlandığı konusu ile ilgilidir. Bu konunun derinliğine incelenmesine hiç gerek yoktur. Herkes şu sorunun yanıtına göre, toplumun hangi kesiminde olduğuna ve ulusal gelirdeki artışı nasıl değerlendirmesi gerektiğine karar verebilir. Soru şudur: Ulusal gelirin % 11 oranında yükseldiği koşulda, geliriniz değişti mi, değişti ise hangi yönde ve ne kadar değişti? Eğer Ocak-Mart itibariyle gelirinizdeki artış ulusal gelirin artış hızının gerisinde kalmış ise, biliniz ki, birilerinin gelirleri ulusal gelirin artış hızından daha yüksek artmıştır. Bu da şu demektir ki, toplumda gelir dağılımı bozulmuş ve siz giderek daha fazla yoksullaşan kesime doğru kaydırılmışsınızdır. Bu arada bir de fiyat artış hızı var. Maaş ve ücretlere zam yapılırken daima enflasyon artış hızı dikkate alınır. Bu durum şunu gösteriyor ki, enflasyonun doğru hesaplandığı koşulda dahi ulusal gelirin artış hızının maaş ve ücret artışlarına yansıtılmadığı durumda toplumda gelir dağılımı söz konusu gruplar aleyhine değişmiştir. Böyle bakılınca enflasyonun kapitalist sistemde nasıl bir göz boyama unsuru olarak kullanıldığını açıkça görüyoruz. Enflasyonist bir ortamda sermaye kesimi çifte yarar sağlar. Bir defa, enflasyon paranın değerini düşürdüğü oranda ücretin reel değerini, yani satın alma gücünü eritir. İkinci olarak da, maaş ve ücretlerin enflasyona göre düzeltilmesi, söz konusu zamların uygun ve doğru yapıldığı görüntüsü altında, aslında refah payının zamlara yansıtılmadığını perdeleyerek gelir dağılımın bozulmasına yol açar.